23 Nisan 2018 Pazartesi

VAROLUŞSAL SANCILAR


















     Bu aralar Twitter'da sürekli karşıma çıkıyor bu tamlama, varoluşsal sancılar.... Evet, ben de çekiyorum bu sancıyı hem de kendimi bildim bileli. Varlığımı, yaşadığımı düşündüğüm bu dünyaya perçinlemeye, kendime bir yer bulmaya çalışıyorum. Boşa bir çaba olduğunu bilerek yapıyorum bazen bunu, bazense kendimi ararken kendimde kaybolmanın verdiği acıyla tatmin oluyorum.

     Evet kaçtım, çıkış yolunu bulamadığım her defasında kaçtım ve bu kaçış beni İngiltere'ye kadar getirdi. Anladım ki cevabı içinde olanın kaosu, nereye giderse gitsin aynı kalıyor. Şehirler değiştirdim, ülkeler değiştirdim, gözlerimi her kapatıp açtığımda yollarım yollara karışıp daha da uzadı. Günler, haftalar, aylar birbirine eklenip bir yılan gibi büyüdükçe beni sarıp nefessiz bırakmaya devam etti. 

     Sancıyorum, hem de bu sefer tadını daha önce hiç almadığım bir şekilde. Göz yaşlarıma gökten bela indirip lanet okuduğum zamanlardan onları özlediğim zamanlara evrilen dualarım, günahlarımın bedeli gibi saplanıyor bütün gerçekliğime ve ben o yollarda kaybolmaya devam ediyorum. Kaçtığım yollardan da kaçıyorum...

     Tutunduğum şeyleri teker teker kaybetmeye başlayınca yeni bir şeye tutunmaya çalışmanın anlamsızlığının yarattığı uğultu sarıyor tüm düşüncelerimi ve ellerimi ceplerimden çıkarmıyorum. Eskiden şarkılarım ve çizgi film sahnelerim vardı benim. Ne zaman kendimi kötü hissetsem, yokluğumu varlıklarına sunar tüm gam ve kederin bedenimi gözlerimdeki o ıslak yolu takip ederek terk etmelerine izin verirdim. Tekrarlandıkça anlamını yitiren her şey gibi onları da bu kısır döngüye kurban verdim ve artık ruhumu okşayıp beni sakinleştirecek hiçbir şeyim kalmadı.

     İyi yaptığım her şeye ihanet edip yeni şeyleri daha iyi yapabilmenin tutkusunun peşine düştüm ve artık elimde kalan bir sıfırla sevişmenin içler acısı hazzına alışmaya çalışıyorum. Aslında sıfırları ve sıfıra benzeyen şeyleri siz de çok seviyorsunuz. Birler ve sıfırlar arasında gelip gidiyorsunuz. Birler sıfırlara saplanıyor, sıfırlar birleri kendilerine mecbur bırakıyor...

     Kendimi tekrarladıkça ben de anlamımı yitirdim, kendime yabancılaştım. Bir daha yapmayacağım dediğim hataları tekrar ve tekrar yaptıkça dünyadaki yapılabilecek onca güzel başka hatadan mahrum bıraktım kendimi ve olduğum yerde sayıp sıfırlar çizdim. 

     Yorgunum. O kadar yorgunum ki artık kimseyi bana yalan söylediğinde anlayabilecek kadar tanımak istemiyorum. Ne istediğini bilmeyen hiçbir varlıkla temas etmek istemiyorum. Kendi kayboluş hikayem bana yetiyorken başka yıkık hikayelerin baş rollerini ayağa kaldıran iyilik timsali silik yan karakter olmak istemiyorum. Kimsenin iç savaşındaki bir cephe olup onun yerine savaşmak istemiyorum. İstemiyorum... çünkü en çokta insanların bencillikleriyle savaşmaktan yoruldum.

     Adını bilmediğim o yerim sızlamıyor artık, bir sızı bile terk etti beni, çünkü ben işiniz bittiğinde terk edebileceğiniz, ihanet edebileceğiniz bir varlığım. Evet evet biliyorum, kaderime üflenmiş soluk ama kuvvetli bir yazı olmalı bu. Gözlerimin içine bakıp yalan söyleyebilirsiniz, arkamdan iş çevirip yüzüme gülebilirsiniz, varlığımı kendiniz için hiçe sayıp sonra yine kendiniz için kabul edip kollarımın altına sığınabilirsiniz. Bütün bunları yapabilirsiniz  çünkü ben sizi affedebilirim! Bir yara da siz açabilirsiniz ne olacak ki bir kez de sizin için bastırırım öfkemi hayallerimle ıslatıp yüreğime. 

     Bir başkası için savaşacak gücüm kalmadığı gibi bir başkasının benim için savaşacağına olan inancım da kalmadı. Bu yalnızlık ve sancı böyle sürüp gidecek biliyorum, çünkü açlığını çektiğim şeyler o kadar uzak ki bana; bir kıvılcım gördüğümde onu koskocaman bir aleve dönüştürmek için tüm kuvvetimle üflemeye başlıyorum. Mikail'e dua ediyorum yağmuru biraz ertelesin ve kuvvetli rüzgarlar bahşetsin diye. Sahipleniyorum o kıvılcımı, korumaya çalışıyorum ve beklentiye giriyorum eğilip bükülüp benim yangınım olsun diye. Tek taraflı nefeslerim yetersiz kalınca, kıvılcımı yine bana ait olan yağmurlarla söndürüyor, ondan arta kalanlar acı bir dumanla havaya karışırken son bir nefes çekiyorum içime unutması zor olsun diye.

     Şimdi geriye dönüp yazdıklarımı okuyunca bütün bu karmaşanın içinde nasıl zor bir insan haline geldiğimi anımsadım bir de. Güvenmeyen, inanmayan, her kelimenin her cümlenin altında gerçeği aramakla kafayı bozmuş, yüzüne maske üstüne maske geçirmiş, yaraları kapanmamış ama kapan-mış gibi yapan gereksiz bir insan olmuşum.

     Ben en çok kendime kızıyorum sanırım. Hayatıma yön verirken söz sahibi yaptığım herkes için yine kendime kızıyorum. Kendime kızıyorum çünkü, beni yıpratmanıza, beni tüketmenize, bir vampir gibi kanımı emip küçük bir çocuk gibi enerjimi sömürmenize izin verdim. Kendime kızıyorum çünkü bencil olup kendimi düşündüğümü zannederken hep en son sıraya koymuşum beni.

     Nasıl değişirim bu saatten sonra bilmiyorum, ama yeni bir çocukla tanıştım. O, bana nasıl bencil olunabileceğini öğretiyor; onun haberi yok ama ben de ona birisi nasıl sevilir onu öğretmeye çalışıyorum. Biliyorum beni çok üzecek, ama sonunda mutlu olabilecek bir başkasıyla.


6 Nisan 2013 Cumartesi

Ve Tanrı Bizleri Yarattı


BAŞLAMA NOTU:  Birazdan burada okuyacaklarınız tamamen hayal ürünüdür. Vurgulanmak istenen şeyler apaçık ortada olmakla birlikte, hiçbir dini oluşumu ve o oluşumun getirisini çarpıtmak değildir amaç. Aşağıdaki metin ''Ve Tanrı Bizleri Yarattı'' metninin ilk kısmıdır.

ayyyy çok resmi başladım pıtırcıklarım biliyorum ama bu almam gereken bir önlemdi. sizi öykümüzle başbaşa bırakıyorum umarım seversiniz :)                                          

                                               VE TANRI BİZLERİ YARATTI

   Sanıldığının aksine leylekler hiçbir zaman insan taşımadılar dünyaya ve ailelere. Onlar, hep en önemli şeyi taşıdılar; tanrının nefesini, bizim ruhlarımızı…
   Görevleri çok basit gibi görünse de döngü içindeki en zor görev onlarınkiydi. Tanrı, nefesini emanet edebileceği tek kişinin yine kendisi olduğunu biliyordu, bu yüzden kendinden olanları, melekleri yarattı ve nefesini onlara emanet etti.
   
   Leylekler, emanet meleklerinden tanrının parçalarını alıp dünyaya taşırdı, yolculuk kimi zaman çok kısa sürerken kimi zaman da çok uzun sürebiliyordu. Bu, ruhun gücüne bağlıydı.
   Leylekler Dünya’ya vardıklarında nereye gideceklerini zaten biliyorlardı. Bu nedenle hiç vakit kaybetmeden önceden belirlenmiş evlerin yakına tünüyor ve bekliyorlardı, ta ki hissedene kadar…
   
   Bir anneyi hissetmek hiç de kolay bir şey değildi aslına bakılırsa, çünkü onlar duyguları kuvvetli varlıklardı. Tanrının büyük hediyesi…
Taşıyıcılar, gerçekten hissettiklerinde ölümsüz kimliklerinden sıyrılıp gerçek dünyaya adım atarlardı. Varlıkları, içinde bulundukları ortamda bir anlam kazanırken bedenleri de itaat etmek için kıvrılır, eğilir ve bükülürdü. Hazır olduklarında, ince bacakları üzerinde doğrulur ve kafalarını gökyüzüne doğru kaldırıp gagalarıyla orayı işaret ederlerdi; geldikleri ve gidecekleri yeri…
   
   Leyleklerin kanatlarını her iki yana açıp bağırmasıyla doğacak olanın ilk nefesine refakat edecek sesi kendisine bahşedilmiş olurdu ve o, usulca annesinde yerini alırdı. Leylekler rahme gözyaşlarıyla üflerdi daima, böyle yaparak doğacak olanın çekeceği acıların bir kısmını onun yerine çekmiş olacaklarına inanır ve yok olurlardı. Biranda, öylece…
   
   Doğa hep dengede kalmalıydı, yoksa her şey yok olurdu. Tanrı, dengeyi bu yüzden kurdu, dünyanın insanı kontrol altında tutabilmesi için. Bir canlı doğarken bir ya da birden fazla canlı ölmeliydi. Enerji dengesi taviz verilemeyecek bir dengeydi çünkü. Leylekler giderken yanlarında götürmeyi ihmal etmediler bu yüzden…
  

   İnsanlar kendilerinden üstün gördüklerine özendiler hep ve daha çok istediler. Meleklere, tanrının gücüne ve tanrının seçtiklerine uzak olduklarını düşündüler daima, tıpkı meleklerin de insanlara çok uzaktan bakıp onları merak ettikleri ve kendilerinden üstün gördükleri gibi…
   
   Samandriel* emanet meleklerinden birisiydi, hatta ilk yaratılanıydı. Bu yüzden emanetçiler içindeki en kıdemli melek oydu, insanlık var olduğundan beri onlara ruhlarını o gönderiyordu. Ne olduysa her şey yorulduğu ve hayal edip istediği bir günde oldu.
   
   Samandriel tanrının isteğiyle, daima hangi ruhun nereye gitmesi gerektiğini biliyordu. Taşıyıcılara yerleştirilen her bir ruh parçasının ne denli güçlü ve güzel bir sihri içerdiğinin farkındaydı. Kimi ruh parçasından çok güzel sesler gelebiliyordu. Bu, onun doğanın sesleri ile kutsanacağı ve kimsenin duymadığı şarkıları söyleyebileceğinin göstergesi olabilirdi ve kimilerinin ruhu ise o kadar parlak ve olağanüstüydü ki kendisini keşfedebilmesi ancak kendisiyle vereceği savaşa bağlıydı. Kiminin ruh parçası ise karanlıkla ve anlaşılmayan şeylerle doluydu, ama tanrı bunu bilerek mi yapıyordu yoksa o da gerçekten arada hata yapabilir miydi, anlam vermek olanaksızdı. Samandriel, gördüğü ve duyduğu şeylerden insanın nasıl olacağı yönünde çıkarımlarda bulunup yaşamıyla ilgili tahminlerde bulunabilirdi ve fakat bunu hiçbir zaman sesli dile getirmezdi, çünkü bunu kesin olarak sadece tanrı bilebilirdi.
   
   İnsan denen varlık göz alıcıydı, çünkü tanrının birer yansımasıydılar ve her ne kadar ortak bir yaratıcı tarafından şekil verilmiş olurlarsa olsunlar, farklılıklar benzerliklerden çok daha fazlaydı. Samandriel hep hayal etmişti, bir leyleğin kanadına oturacak ve uçarak dünyaya inecekti. Taşıyıcısının çığlığıyla yepyeni bir taşıyıcıda hayat bulacak ve olduğunun aksine bir farklılıkta sürdürecekti varlığını. Uzaktan bakıp da hep istediği şeyleri gerçekleştirebilecekti. İnsanlardan ailesi olacak, tanrının elinin değdiği yepyeni bir gezegende yaşayacak ve bir türlü anlam veremediği aşkı tadacaktı. En önemlisi ise her zamankinden daha özgür olacak, durmadan dua edip dileklerde bulunacak ve tanrının dokunuşunun farklılığını bütün insanoğluna kanıtlayacaktı.
   
   Meleklerde düşünebiliyordu elbette. İyiyi ve kötüyü hissedebiliyorlardı, karar alabiliyorlardı. Tanrı bir diktatör değildi ve kendinden olanların düşündüklerine hep kulak verirdi. İnsanlığın daima en iyisi olmasını istedi tanrı, bu yüzden daha çok melek yarattı ve herkese görevlerini dağıttı. Her şey kusursuzdu cennette ve tabii ki Elders** bu konuda çok yardımcı oluyordu döngüye. Samandriel hata yapmanın nasıl bir şey olduğunu merak ediyordu, çünkü tanrının emriyle her şey mükemmeldi fakat insanoğlu bu düzene tabi değildi.
   
   Bir gün tanrının karşısına çıktı Samndriel. Yaratıldığı andan beri yaptığı hizmetleri anlattı. Tanrıya zaten bildiklerini tekrarladı. Hayallerinden ve yapmak istediklerinden bahsetti. Zamanlamasının yanlış olduğunu bilmiyordu ve tanrının hiddetiyle karşılaştı. Dünya’da yer ve gök sallandı, cennetin kapıları kapandı ve koridorlarda tanrının yıkıcı nefesi patladı. Cehennemde ateşler yükseldi ve bazıları hiç var olmamışçasına yok oldular. Samandriel neye uğradığını bilemedi. Tanrıyı daha önce hiç böyle görmemişti ve af dilemekten başka çaresinin olmadığını biliyordu. Anladı ki kendisini asla insanlarla bir tutmaması gerekiyordu. Asla onlar kadar değerli olamayacaktı ve asla en az onlar kadar bir insan…
   
   Samandriel varlığından bile haberinin olmadığı o yabancı duyguları tadarken kendi sebep olduğu şeylerin farkında değildi. Birkaç leylek yok olmuş ve emanet melekleri korkudan cennetin beşinci kapısını terk etmişlerdi. Cennetteki ışık ağacından yapılmış tahta kapıyı yavaşça açtı Samandriel, Tanrının dilinde ki beş, altın işlemelerle kazınmıştı kapıya… Leylekerin bulunduğu beyaz mermerden yapılmış hole gelebilmek için, asker meleklerin nöbet beklediği, yerlerini siyah mermerlerin süslediği geniş koridorda yavaş ama keskin adımlarla yürüdü Samandriel. Holün girişine ulaştığında aniden durdu. Orada ne olduğunu çok iyi biliyordu ve yapması gerekeni de. Karşısına çıkan pürüzsüz ve saydam duvara çarpmak sonunu getirebilirdi. Biraz önce tanrının merhametine sığınmıştı ama bir duvardan merhamet dileyemezdiniz. Samandriel nazikçe üfledi duvara ve ışık huzmesi altında hızlıca geçip duvarın öldürücülüğünü tekrar kazanmasını izledi.
   
   Ortasından kesilmiş kocaman bir küreydi içinde bulunduğu oda. Işığın ve ılık bahar rüzgarlarının hiç eksik olmadığı bu odanın duvarlarında taşıyıcı leylekler uyurdu. Leyleklerin tüneyebilmesi için açılmış milyonlarca oyukla dolu olan duvarların önünde, yatakları ay taşından dövülmüş içlerinden berrak ve serin suların aktığı küçük nehirler şeritler şeklinde bütün odayı kaplıyordu. Huzursuzca kıpırdanan leylekleri küçük bir fısıltıyla yatıştıran Samandriel, hızlı adımlarla taş balkona çıktı. Aslında burası emanetlerin leyleklere verilerek dünyaya uğurlandığı bir yerdi. Cennetin eşsiz bahçelerinin manzarası hakimken bütün balkona, gülüp oynayan, yiyen ve içen melekleri izlemektense o yeni havalanan bir leyleği izlemeyi tercih etmişti. Tanrı, Samandriel’a büyük bir güç bahşetmişti ve bu büyük güç büyük sorumluluk demekti. Taş balkonun sarsıldığını anlamasıyla, kendisini büyük bir endişeyle sakinleştirmeye çalıştı. Kendisini tanımakta zorluk çekiyordu ama anılarının onu meşgul etmesine de engel olamıyordu. Cennetten atılan kardeşlerini düşünde ve tabii cehenneme sürgün edilenleri… Hepsinin hayalleri ve istekleri vardı kıskançlıklarının gölgesinde büyüyen. Öyle olmamalıydı ama böylede olmak istemiyordu. İnsanda olamadığına göre…
   
   Samandriel hızlıca hole döndü ve başka bir kapıdan girip saygıyla yere eğildi. Kafasını öne eğip iki elini de öne doğru olabildiğince uzattı ve istedi. Emanet hemen ona itaat etti ve avuçlarını tanrının nefesiyle doldurdu. Ellerinde tuttuğu bir kadının bedenine gidecek olan ruhtu bunu her şeyiyle hissediyordu. Leyleklerin dinlendiği, küçük taş sütunlarda ki ateşin hiç sönmediği avluya tekrar geldi Samandriel ve bir leyleği huzuruna çağırdı. İnce uzun boynunun taşıdığı zarif kafasına küçük bir dokunuşta bulundu leyleğin ve leylek büyük bir coşkuyla havalanıp uçtu.
   
   Taşıyıcı, zorlu geçen bir uçuşun ardından dünyaya vardı. Ruh çok güçlü ve büyüktü bu yüzden yorulmuştu. Biraz bekledikten sonra hissetti ve ilk defa bu kadar çabuk hissedişine şaşırmış olsa da ritüeline başladı. Ruhu, rahme göz yaşlarıyla teslim etti ve havalandı. Gök yüzünden yanında götürmesi gereken bir ölümlünün ruhunu kaptı ve aniden bir yanlışlık olduğunu hissetti. Evin çatısında daireler çizip gök yüzüne yalvararak uçmaya başladı. Sonra güneşten gelen bir ateş parçası leyleği ve yanında götürmesi gereken ruhu yaktı ve küller gök yüzüne savruldu.

                                         *                                 *                              *

   
   Anne, çocuğunun ilk tekmesini hiç beklemediği bir anda hissedince koşarak çocuğunun babasının yanına gitti. Dışarıda sonbaharın kızıllığı bütün ağaçları boyarken, insana huzur veren sakin rüzgarlar da son kez yalıyordu her yeri. Adamı bahçede otların üstünde tembellik yaparken buldu kadın. Etrafta külleri uçuşurken gözlerini açıp da dinleyemedi adam kadını ve aylar sonra tek başına bir çocuk dünyaya getirdi kadın. Bir erkek doğurdu, bir kadının sahip olması gereken ruha sahip bir erkek…



*Mitolojide, hayal gücünün meleği, bize geniş bir hayal gücüne sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu ve bu şekilde birçok şeyi gerçeğe dönüştürebileceğimizi gösterir.

**Mitolojide, Tanrı'nın tahtının çevresinde oturan 24 melek grubu. Bu melekler Tanrı'nın en kıdemli yardımcılarıydılar.